11 Haziran 2017 Pazar

Anafor

           Bize ait olup olmadığını bile bilmediğimiz bir günün gecesinde, kafamızı toplayabilelim diye dinlediğimiz bir Bülent Ortaçgil şarkısının ortalarında fark ettik nerede yanlış yaptığımızı. Bizi zehirleyen şey umuttu. Söyleyecek çok şeyimiz varken tüm hayalkırıklıklarımızı "sana inanmıştım"lara sığdırıp yeniden dinledik o şarkıları. Şuan yaptığımızsa, aynı şarkıları aynı arkası boş inançlarla dinlemek. Ve bunu tekrar yapacağız. Ta ki kendimizi yok edene kadar.
           Neden başladığını bile bilmediğimiz bir günün akşamında, biraz keyif alalım diye oturduğumuz bir filmin kötü sonla bittiğini gördük. Şuan yaptığımızsa aynı filmi başa sarmak, aynı sonla bitmesini izlemek. Ve bunu tekrar yapacağız. Ta ki kendimizi yok edene kadar.
           Kıyısında dolaştığımız şey deniz değil uçurumdu. Bizi içine çektiğinde anladık.

28 Kasım 2015 Cumartesi

"Ben Sendim"

                             Gece oldu. Dünyada değil, dışarıda değil, içimdeki gökyüzünde. Yıldızlarım nerede? Yoklar. "Çok bulutluyum, ondan mı acaba?" diyorum. "Ya da" diyor nereden geldiğini bilmediğim bir ses, "her kırıldığında düştüler birer birer."


                                                                 
                             "Sen beni doğmadan evvel görseydin eğer,
                    Bir evrendim, kişi başına bir galaksi, bir gezegendim" 

                                                                                              (Son Feci Bisiklet-Bikinisinde Astronomi)

______________________________________________________________________________

                                     Bağırdı. "Kimse sizin gibi olmak zorunda değil. İstediğiniz gibi olmak zorunda değil. Başarılı olmayı değil, mutlu olmayı seçiyorum!" Ve gitti. Bir daha gelmedi. Ve bir daha da onu kimse görmedi.


                               "Belki en güçlü hissettiği yaş
                      Ama kazanmayı umduğu savaş
                      Çoktan bitmiş ve herkes kaybetmiş"
                                                                                                                                      (Son Feci Bisiklet-Modern Zamanlar)

____________________________________________________________________________


                            Çok şey kopup geliyor içimden, bazıları takılıyor kalemime. Tavan arasında sonsuzluğa gözlerini açan adam gibi yitiyorum ben de. "Umut"un eş anlamlısı hüzün olmasaydı daha çok durabilirdim belki burada. Daha çok sevebilirdim.


                                      "Kendimi ararken
                          Yanlış yerde beklerken buldum
                          Kaybolmaya mahkumuz"

                                                                                                             (Son Feci Bisiklet-Kaybol)
_______________________________________________________________________________

                           "İstemiyorum. Güzel dünyanın kötü insanlarından olmak istemiyorum. Kıskançlıklarında, hırslarında, zevklerinde boğulan veya boğan insanlardan olmak istemiyorum" dedi ve babasının gözyaşları, annesinin çığlıkları içinde ölü doğdu bebek. Ölü doğdu melek.


                                         "Kırılgan bir hayat
                            Ne mutlu bize, ölmemize"
                                                                                            (Son Feci Bisiklet-Küçük Saydam İnsanlar)
________________________________________________________________________________
                               
                       Hayata sıkışmış insanlardan mıyız yoksa hayatı yaşayanlardan mı? Bunu bilmeden yaşıyoruz, ölüyoruz.

                    "Bu hikayenin tek bir sonu var
                         Korkmak neden?"

                         

17 Nisan 2015 Cuma

Yaşam Senfonisi

Sessizliğimi bölüyor acılar. Ben ki, kimsesiz sokaklarda oturmuş gökyüzüne bakıyorum ve tüm insanlığa acıyorum. Aşk acısı çekenlere, köpeklerden korkanlara, içki içenlere ve çok sağlıklı beslenenlere. Hepsine, hepsine acıyorum. Ama en çok da kendisi için değil, başkası için yaşayanlara acıyorum. 30'lu yaşların başında gibi duran, işine yetişebilmek için sabahın köründe uyanıp otobüs bekleyen ve bir şeyler uğruna hayatını koşuşturmayla geçirmiş şuradaki adama acıyorum mesela. O ise bilmiyor, birazdan hızını kesemeyen bir arabanın altında kalıp can vereceğini. Hava aydınlık, bir sürü kuş süzülüyor gökyüzünde oradan oraya.
Ve araba geliyor.
Ve fren sesi.
Ve siren sesi.
Yazık.
.
.
.
.
                 Yalnız bir gün, doğru bir gün. Çok insan, çok sorun. Buraların en derin sokağında yürüyorum. İlerideki kahvede "Taze taze çaylar" diye bağıran adama, "Çaylar taze de, benim ruhum geçmiş be evlat" diyen yaşlı adamı duyar gibiyim. Ruhu geçen insanlara üzülüyorum. Hırslı olanlara mesela ama hırsına yenik düşenlere daha çok. Ömrünü yükselmeye adayıp, saygın bir profesör olduktan sonra intihar eden adamın gazetedeki haberi geliyor gözümün önüne. Ona da üzülüyorum. Ama galiba en çok etrafındaki insanların hırslarına alet olanlara üzülüyorum. Tam o anda, başka bir yerde başka bir şehirde, bir tıp öğrencisi atıyor kendini yüksekçe bir yerden. Yanında "Yapamıyorum, beni affedin" notuyla. Hava kapanıyor sanki, birkaç damla yüzüme düşmeye bile başladı. 
Ve ailesi öğreniyor çocuğu.
Ve çığlık sesi.
Ve siren sesi.
Bir yıldız daha kaydı gökyüzünden, yazık.
.
.
.
.
              Tavan aralarını çok severim. Gıcırdayan kapılarını, insanlar tarafından dışlanmış olmalarını... Her gece o küçük camın karşısında oturup dışarıyı izlerim radyomun kısık sesi eşliğinde. Ama bu gece farklı. Bu gece koltuğuma oturup penceremden dışarıyı değil, yatağıma uzanıp zihnimdekileri izleyeceğim. Lakin artık öğrendim. O güneş bir daha hiçbir sabaha bugünkü gibi doğmayacak. O yağmur bugünkü gibi yağmayacak. Yemek yerken yanına gelen köpek bugünkü gibi bakmayacak gözlerinin içine. O umursamadığın insan, onla ilgilenmediğin günkü kadar sevemeyecek seni hiçbir zaman. Annen bir daha asla o gün konuştuğunuzda dediği gibi "Kendine çok dikkat et" diyemeyecek. Sokakta bir şeyler satan çocuk, bir daha aynı hevesle gelmeyecek yanına. Gözlerine bakıp ellerini tuttuğun insan, bir daha aynı sıcaklıkla bakmayacak sana. Kuşlar bir daha bugünkü gibi uçmayacak, radyo bir daha böyle çalmayacak. Çünkü her şey yalnızca bir kere yaşanır ve özgürce yaşayabildiklerin yanına kardır. Bunu öğrendim, geç ya da erken bilmiyorum. Hava kararmış, tek tük yıldızlar var gökyüzünde. Yağmur yeniden başlıyor. Kutup yıldızında takılı kaldı gözlerim.
Ve radyo susuyor.
Ve yağmur hızlanıyor.
Ve gözlerim kapanıyor.
Bir daha açamayacağımı biliyorum, iyi günler.

15 Aralık 2014 Pazartesi

Kafan Bi' Dünya

                      Herkes bir şeylere alışır, alışmasa bile onunla yaşamayı öğrenir. Biz de öğrendik. Ömrümüz boyunca, nefes aldığımız her saniye korkmayı, etrafımızdakiler aramızdan bir bir kayıp giderken, onların çığlıklarıyla inlettiği o karanlık yerde "Acaba sıra bende mi?" diyerek yaşamayı öğrendik.
                 "Dünya adaletsiz" diyorlar, oysa bizim dünyamızda adalet kavramı bile yok. Genç yaşlı demeden ölüme sürüklenmek var bizim küçük dünyamızda. Kimi zaman aç bırakılıp zayıflıktan ölenler, kimi zaman diri diri yakılanlar, kimi zaman ise kaba kuvvet yüzünden sakat bırakılıp ölüme teslim olanlar var. Hepimiz büyük bir vahşetin içindeyiz. Sıranın ne zaman bize geleceğini bilmediğimiz ama er ya da geç geleceğinden emin olduğumuz bir vahşet.                  Canımız yanıyor, korkuyoruz. En çok da küçüklere üzülüyorum. Önlerinde koca bir ömür varken aramızdan kayıp giden miniklere. Bir tanesinin çığlıkları hala kulaklarımda, "Nolur yapma, çok uslu olurum. Alma beni, öldürme" Oysa bu yakarmalar ne fayda? Hepimizin sonu aynı, hepimizin sonu ölüm.
                 İşte yine bir sabah. İnsanların umutla uyandıkları, yaşayacakları günün kendilerine tüm güzellikleri getirmelerini diledikleri bir sabah. Oysa o pırıl pırıl sabahlar, bizim için günün en karanlık saatleri. Çünkü her sabah...
Olamaz, bu kadar çabuk olamaz. Bugün pazar, böyle erken saatte nereye gidiyor bu? Hayır, hayır olamaz lütfen. Hayır bırak o tarağı, bugün yapma nolur. O tarağa takılıp ölenlerden biri olmak istemiyorum, hala tarağın üstünde ölen arkadaşlarımız var dur yapma, hayır dur bu tarafı tarama, hayır dur yapm................ 

23 Mayıs 2014 Cuma

Edward Mordrake

         Hayatımızın her anında koşuyoruz aslında. Kimi zaman bir şeylerden kaçıyoruz, kimi zaman ise kaçırdığımız şeyleri yakalamaya çalışıyoruz. Benim de koştuğum, hatta kendimden kaçtığım günlerin birinde rastladım ona. Bir kez daha her şeyden vazgeçmişken, içimde yitip giden son güç kırıntılarına sadece yaşlı gözlerle bakarken, son sürat döndüğüm köşe başında üstelik hiç beklemediğim anda çıktı karşıma ve sanki uyurken yatağımdan düşmüşüm gibi ani ve sert bir etki yaptı. Tanıdıkça dehşete kapıldım ve daha çok tanımak istedim onu, Poor Edward'ı.


         Kimileri gerçek bir hikaye dedi, kimileriyse yalnızca efsane. 
         Kim nereden bilebilir, ben nereden bilebilirim gerçeğin ta kendisini
         Öğrendiğim hepi topu üç beş cümle ve bir de isim: Edward Mordrake
         Ha bir de yaşadığı yer konusunda hemfikiriz sanırım; İngiltere.
         Asilzade de diyorlar onun için, yalnızca bir çiftçi de.
        Soruyorsunuz değil mi, "Dehşet bunun neresinde?"
        Poor Edward, zavallı Edward...
        "Lanetli" dedi halk, kimse sevmedi onu.
        Herkes arkasını döndü o geçerken ve fırıncı bile vermedi ekmek.
        Neden lanetliydi Edward? Kafasının arkasında bir tane daha surata sahip olduğu için mi? 
        İşte aynen böyleydi, kafasının arkasında ikinci bir surat. 
       Üstelik bir şeytan, ya da bir kadın rivayetin diğerine göre.   
        Edward'ın hayatını mahveden o kadın fısıldardı ona geceleri; ölümü ve cehennemi.
        Kafasının arkasında bir düşman!
        Sabahları kahkahaları ve ağlamalarıyla, geceleri ise ölüm kokan tıslamalarıyla onu delirten bir düşman!                      Poor kurtulamadı ondan. 
       Tanrı bile yardım etmemişti ona, bir doktor mu tutacaktı elinden?
       O da çareyi ölümde buldu.
       Daha 23'ünde gencecik bir delikanlı iken,
       Başına geçirdiği urganla sallandırdı kendini balkon demirlerinden.
       Ve son nefesini verene dek,
       Bahsetmeyi kesmedi başının arkasındaki ikizi, cehennemin derinliklerinden.
       Hiçbir suçu yokken Edward Mordrake'in,
       Kurbanı olmuştu kendisinin. 

       Ve seneler sonra birisi tuttu elinden.
      Ölümünden seneler sonra, Tom Waits anlattı onu ve hayatını, enfes bir şarkıda...


   

21 Şubat 2014 Cuma

Deliren Kelimelerim Var Benim !

                           Kimsesiz harflerin sahibiyim ben. Oraya buraya uçuşan, yolunu kaybeden, dışlanan, hor görülen ne kadar kelime varsa hepsi benim. Söylenmesi gerekip söylenemeyen, kiminin içine attığı, kiminin ise kendisine bile itiraf edemediği her cümlede varım. Çünkü ben, kendi içinde tutsak kalmış insanların çığlığıyım. Çünkü ben, en diptekinin gözünde oluşan o parıltıyım. Ve her ne kadar böyle asi olsa da ruhum, aslında haykırışlarım kendime bile ulaşmıyor bazen. Ben de yazıyorum. Güçlü kalmak için yazıyorum. Gözyaşlarım mürekkebimden hızlı dolduruyor satır aralarımı kimi zaman. En çok geceleri özlüyorum. Diğer tüm insanlar uyuduğunda ve ışıklar söndüğünde benim oluyor dünya. Yalnızlığımdan bir şey kaybetmiyorum da, istesem her şeyi kucaklayabilirmişim gibi geliyor. İstiyorum, olmuyor. İşte o yüzden en çok geceleri özlüyorum ve ne zaman çok özlesem biraz daha kırılıyorum. Kırıldıkça bir şeyler ölüyor sanki içimde. Kendimden bir şeyler kaybediyorum, kelimelerimden bir şeyler kaybediyorum. Kalem bile bir eğreti duruyor elimde. Yazdığım her yazı bir isyan olup çıkıyor ve kelimelerim de bana isyan ediyor. "Git gide rengi solan dünyandan neden pırıl pırıl yarınlara el sallamıyorsun?" diye kızgınlıkla soruyor üç beş harfi  yan yana getirdiğim sıradan bir sözcük. "Karamsarlıktan öleceksin"  diyor bir başkası. Ölmek bir yana dursun da, deliriyor muyum? Kelimelerimle konuşmaya başladım. Bunu düşünmemi bekliyormuş gibi cevabı yapıştırıyor diğeri, "Hayır, yalnızca çok özlüyorsun ve git gide kendinden vazgeçiyorsun." Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar ama yazılarımı hiçbir yere göndermeye niyetim yok. Yine de bir an için "Acaba kağıdı yırtsam susarlar mı?" diye sadistçe bir düşünceye kapılıyorum ama tabii ki yapmıyorum. Çünkü yazdıklarım benim en sağlam aynam. Sanırım bu yüzden, sarf ettiğim her yeni kelimede sanki sonsuz bir rüyadan uyanıyorum. Son zamanlarda oldukça karanlık olan gökyüzüm biraz biraz aydınlanıyor onlarla. İçimde dinmek bilmeyen çığlıklar, muzip, fısıltılı şarkılara dönüşmeye başlıyor hafiften. Galiba karamsarlık ruhumun tamamını kaplamadan yavaş yavaş kurtuluyorum ondan.Özlem mi? Ben cevap vermeden atılıyor yine yoğun duygularla yazdığım kelimelerimden biri: "İşte o daima içinde olacak."

30 Ocak 2014 Perşembe

"Dikkat! Bu bir yüzleşme metnidir."

                    Kapat gözlerini ve hisset. Aşkı hisset. Ayrılığı hisset. Acıyı hisset. Avazın çıktığı kadar bağır istersen, geçmez. Ne zaman gelip geçici acılar sardı ki yüreğini? Ne zaman tazelendiğini hissettin ki? Zaman ilacı olmadı tüm bu yaraların. Zaman sadece bir şeylere alıştırdı. Belki haykırışlarını sessiz kıldı, belki görüneni görünmez yaptı. Ama gözlerini dolduran o şey, hala vardı. 
                  Bilebilir miydin mesafelerin canını böylesine yakacağını? Kilometrelerle orantılıydı aşkın sadakati. Yollar uzadıkça sen özledin, sen özledikçe mesafeler arttı. Bundan sonra üzülmek kime yarardı? Bundan sonra en güzeli sadece "alışmak"tı. Çok özlemenin ölüm sayıldığı en derininde, belki de yapman gereken en doğru şey, içindeki umudu korumaktı. Her kabulleniş bir vazgeçiş değildir, unutma. Yorgunluğuna bir soluktur bazen, bazen de bir duraktır akıp giden gözyaşlarına. Ama vazgeçiş değildir.
                  Böyleydin işte sen de. Her sessiz kalışın seni yoranlara karşı kabulleniş, bahsi edilemez bir vazgeçiş, çokça kayboluştu kendi içinde. Nasıl büyük bir boşluktu seni çepeçevre saran. Ne içinden çıkabilirdin, ne de içine girebilirdin tam olarak. Çok garipti değil mi? Kaybetmiştin kendini hüznünün içinde. Gözlerin öylesine buğulanmıştı ki, ne zaman aynaya baksan kendinden önce yaşadıklarını görüyordun en soyut halleriyle. Seni sana gösteren ayna, bu kez ihanet ediyor ve tüm acıları karşısındaki aksine yansıtıyordu. Kime güvenebilirdin? Kime sığınabilirdin? Sen bile kendine olan güvenini boşa çıkartmamış mıydın? "Asla gitmeyeceğim" deyip, sonra ardındakilere öylece el sallayıp gitmemiş miydin?  "Seni kesinlikle yarı yolda bırakmam"ların içinde, en başta kendini yarı yolda bıraktın. Güvenebileceğin  bir "sen" bile yokken kendinde, şimdi sırtını yaslayabileceğin birini aramak boş bir çaba, zaman kaybı ve kimine göre hataydı. En sonunda yine sen yalnızdın ve daha da kötüsü bu yalnızlığı sen yaratmıştın. 
                     Her giden terk etmez, bazı gidişler daha sancılıdır kalanlarınkinden. Ve adet bozulmasın diye, "giden takmaz, kalan mahvolur" diye, bu istisnai durumunu, hem gidip hem mahvolmanı vuramadın açığa. Sustun, güldün ama içten içe bitirdin kendini, yok ettin. Bilemediler içindeki boşluğu, bilemediler uzaklara dalan gözlerinin anlamını. Sen ne kadar derindeysen o kadar yüzeyseldi insanlar ve senin acın ne onlar tarafından anlaşılabilecek ne de paylaştıkça azalabilecek türden bir acıydı. İşte tüm bunları anladığında yine en başa döndün, başladığın yere.
                    " Kapat gözlerini ve hisset. Aşkı hisset. Ayrılığı hisset. Acıyı hisset. Avazın çıktığı kadar bağır istersen, geçmez..."